The Quills

 

The Quills

 
                                 Black Quill                                         Blue Quill                                            Red Quill
                                 Black Quill                       Blue Quill                       Red Quill

Wednesday, December 28, 2011

Garip bir bağ


Yazın yaşadığım sorunlardan o kadar bıkmıştım ki sadece eğlenmek istiyordum, sonra da sen çıktın karşıma.

Sıradan bir tanışmaydı bizimki olaylı değildi, hiç dikkatimi bile çekmemiştin.

Yine takıntılı olduğum adamdan kurtulma çabalarındaydım, ancak başarısızlıkla sonuçlanmıştı son çabam.

Bu sefer de bu son çabamdan uzaklaşmak için senin olduğun yere gelmiştim, senin orda olduğunu bilemezdim ki tanımıyordum seni. Arkadaşımın arkadaşıydın, onun çevresinden biriyle geçmişin vardı.

Merhaba ben Blue, içeride başka arkadaşların yanına geçiyorum siz takılın diyip gittim yanından. Sonra sen sigaranı bitirip benim arkadaşımla geldin bizim standımıza. Yeni tanışan her iki insan gibi havadan sudan konuşup içki içtik. Ama ben hep konuşmaları kısa kestim, hep ya sigara molasına ya da tuvalete gittim. Neden mi? Geçmişin olan kızla senle tanıştığımdan 1 saat önce tanışmıştım çünkü. Sizi konuşabilin diye yalnız bırakmaya çalıştım.

Sense tüm yüzsüzlüğünle, açıklığınla, cesaretinle ben mesafe koydukça daha da yakınlaştın. Suratına kaç kere sıkıldım senden, kusura bakma konuşasım yok dedim. Ben öyle dedikçe senin muhabbet etme çabaların daha da alevlendi. Ben yüzümü çevirince tüm sevimliliğinle karşıma geçtin. Sevimlilik? Evet, tüm bu çabalarının arasında bir yerde inanılmaz ısındım sana. Ama hayır, bu olmamalıydı, bu yanlıştı. Ama kime göre? Gerçekçi olmak gerekirse sen benim için o kadar doğru bir insandın ki.


O gecenin sonunda neden sana soğuk davrandığımı anlayınca yine o yüzsüz cesaretinle bu konuyu uzun uzun açıkladın, gidip geçmişinle yüzleştin ve yine o tüm sevimliliğinle yanıma geldin, elimi tuttun ve merhaba dedin.

Belki senin için çok rahattı ama benim için ikiye bölünmek demekti bu durum, çünkü ne yazık ki o kıza da çok çabuk ısındım ve onu kırmaktan çok korktum.

Tabii ki de benim en iyi yapabildiğim şeyi yaptım, duvar ördüm. Sen o kadar açık davranırken, bense duvar örmüşken o kadar karıştık ki, o kadar olay yaşadık ki, çok saçmaladık. Ama hiç kopamadık herşeye rağmen.

Ve tabii ki de yine bir Blue klasiği olan umutlanmak gibi bir hata yaptım. Sana güvendim ve en sonunda açıldım sana, tüm benliğimle. Sen mi? Bir anda, puf, yok oldun.

Tam unutmuştum seni. Eski takıntımla boğuştum ve sonunda kurtuldum, başımdan olaylar geçti ve soyutlandım, tam toparladım kendimi ve mutluyum dedim...

Sen geldin, tüm sevimliliğinle ve yüzsüz cesaretinle.





Tuesday, December 27, 2011

Hayatımın ilk ve tek Kadın'ı

13 yaşında küçük bir kız çucuğundan bahsediyorum sizlere, kendimden. Çevresi arkadaşlarla çevrilmiş ama hiç doğru düzgün sevilmemiş, çirkin bir kız çocuğu. Herkes kendine en yakın arkadaş seçtiğinde dışlanmış, oyun bozan sayılmış, ama hep kullanılmış; öylesine yaralı bir küçük.

Liseye yeni geçecektim. Onu gördüm. Kısacık saçları, mükemmel sesi ve o yaşta bile kendini tanımasına hayran kalmıştım. İlk lezbiyen arkadaşımdı. Sadece 14 yaşındaydı, ama kendinden emin, çizgisi net.

Bizim de dürtüklemelerimizle en yakın arkadaşlarımdan biriyle sevgili oldular. O an ki pişmanlıkla anladım onu nasıl da sevdiğimi. Seviyordum işte. Diğer kızları sevmediğim gibi, bir erkeği sever gibi seviyordum. Ama bu duygu beni rahatsız etmiyor, gayet de doğal geliyordu.

Söyledim. Sanırım en zor şeydi. Bir müzik cd'si verdim, bir de mektup. "Oku anlarsın" dedim. Okudu ve anladı. Ne kadar çok gözyaşı döktüğümüzü hesap dahi edemem. Ne kadar parçalandığımızı, bu sevgiyle savaştığımızı.

Koskoca bir sene boyunca sevdim onu. Arkadaşlarıma onu anlatırken erkek olduğunu söylüyordum, yalanların ucunu kaçırmıştım. Ama kimseye itiraf etmeye gücüm yoktu.

Ben tam "bitti" dedikten sonra ayrıldılar. Gözleri, bedeni, aklı, kalbi; hep bana dönüktü. Ardıma bile bakmadan kaçtım ordan. Bir kızla, hele de onla, sevgili olma gücüne sahip değildim. Daha fazla yalan söyleyecek bir durum bile yoktu.


Aradan yıllar geçti hatta 7 sene tam olarak. Bir gölge oyunudur sürüyor aramızda. Bir o geliyor,ben kaçıyorum; bir ben geliyorum, o uzaklaşıyor. Olmazları oynuyoruz. Bir yandan da olmamışlıklar yüzünden sahip olduğumuz sevgiyi kaybetmemeye çalışıyoruz.

Bir kere bile öpsek yanacak çünkü beraber söylediğimiz tüm şakılar.

Bekliyoruz.
Bekliyoruz.
Bekliyoruz.

Scarlet Letter

Selam,

Ben kırmızı. Aşkın rengi olmak isterdim, tutkunun. Onun yerine öfkenin rengi oluverdim.

Hayatımdaki bütün olaylar/kararlar ben öfke krizinden oldu. Ancak çok nadir 'mantıklı' kararlar alabildim. Bugün o mantıklı kararlardan bir tanesini anlatacağım.

Son iki yazımı okuduysanız, hissetmişsinizdir, çok 'masum' kız ayaklarında değildim. Hatta ve hatta bildiğin o kötü kızlardandım ama içim dışıma yansımamış olacaktı ki, tanımasan saftirik, masum, temiz bir kız derdin. İşte bu nedenle ki, lisedeki kız arkadaş grubum mükemmel bir bubble içerisinde büyümüş prenseslerden oluşuyordu.  Onların temizliği saflığı yanında geçen günler boyunca kendi kirliliğimden nefret edip durdum. Hep içi çürük elmaydım ben, en büyük korkum da birinin içimi görmesiydi. O nedenledir ki, birisi bana 'kirlisin' dediği anda birden yeni kurmayı başardığım mükemmel dünyam yıkılıveririr.

Bu kızlardan kendimi korumak istedim. Onları da benden ve hayatımdan çıkardım onları. Yavaş yavaş, arayı soğuta soğuta ki acı çekmesinler, alışsınlar diye.

Yakın zamanlarda, yine depresif bir anımda, hayatımda kimsenin kalmadığını hissettim. Tek tek herkesi çıkarmıştım hayatımdan. Özür dilemek istedim zorla kovduğum herkesten. Kızlarla başlamak istedim.

-Neden gittin? Neden bizi bıraktın? Senin yüzünden çok acı çektik.

O kadar sorunsuz insanlardı ki, hayatlarında ki en kötü olay benim arkadaşlığımı kaybetmekti. Kızmalarını beklemiştim, kırgın olmalarını. Ama 'hayatlarını mahvetmiş' kötü kadın olmayı beklememiştim.

-Neden gittin?

Okul, farklı hayatlar dedim. Gerçeği söyleyemezdim.

-Neden?

Zaman olmadı. Öküzümdür. Özrümü kabul edin ve bitsin.

-Neden?

Çünkü, ben minik bir orospuydum ve sizler bebeklerin leylekler tarafından getirildiği bir dünyada yaşıyordunuz.

Sessizlik ve ardından kopan fırtına.

-İğrençsin. İnanmıyoruz. Senin gibi biriyle nasıl arkadaş oluruz? Neden hayatımıza yeniden girmeye çalışıyorsun? Bencil. Git. Kirlisin. İğrenç. Yardım alsana, normal değilsin.

Sessizlik. Kaçtım.

Uzun süre, yüzleşemedim bu olayla. Ağladım ama. Hem o gece ağladım. Hem sonrasında ağladım. Ama yüzleşemedim.

Artık yüzleştim. Ama atlatamadım. Hala onları düşündüğümde utanır gibi oluyorum kendimden. Yüzüme kese kağıdı geçiresim gelir, ya da göğsüme kocaman bir kırmızı 'A' harfi yapıştırmayı düşünürüm. Ama çok uzun sürmez bu aklıma gelme dönemli. Çok nadir durumlarda patlar olmuştu artık.


Bugün metroda kızlardan birini gördüm. Gittim kendime kırmızı kumaş aldım.


Thursday, December 22, 2011

Masumiyet

Geçenlerde Damian Mcginty'nin 14 yaşında söylediği şarkıyı dinledim ve anında geçmişte varlığını unutmuş olduğum bir anı canlandı, gözlerim doldu ve birkaç dakika için çocukluk masumiyetime bürünebildim.

 

Ben 2. sınıftayken müzik dersini çok severdim çünkü hocamız sağolsun her derse özel, kendi koleksiyonundan plaklar getirir dinletirdi. Yine müzik dersinin olduğu günlerden birinde hoca bakın bu sefer size birini dinleteceğim ve hayat hikayesini anlatacağım demişti. Plak çalmaya başladı, klasik müzik tadında bir giriş ve ardından tüylerimi diken diken eden bir çocuk sesi. Gerçek anlamda aşık olmuştum o sesin sahibine, 7-8 yaşımdaki halimle gözlerim dolmuştu ve bu yaşadığım duygu seline anlam veremiyordum.

Parça bitince hoca bu çocuğun hikayesini anlatsın diye büyük bir sabırsızlıkla bekledim. Midemde kelebekler vardı ve sadece sesini duyduğum birinin üzerimdeki etkisine şaşırmıştım. Hoca bu kayıtta çocuğun 10 yaşında olduğunu söyledi, işte ismini söyledi (hatırlamıyorum), nerde doğduğunu vs. Sonra susunca ben de daha yeni kayıtlarının olup olmadığını sordum büyük bir ümitle, yeniden onun sesini duyma isteğiyle dolup taşıyordum.

Hoca bu çocuğun zamanında klasik müzik orkestrasıyla sürekli konser verdiğini ama kendisini çok zorladığı için sesini kaybetmiş olduğunu söyledi. Ses tellerini geri dönüşü olmayacak bir şekilde yıpratmış olduğunu söyledi.

İşte o zaman kalbim öyle bir sıkıştı ki, o kadar üzüldüm ki, çocuk masumiyetimle o kadar bağlandım ki o sese, ağlamaya başladım ve içim büyük bir ümitsizlikle doldu.

Ve daha sonrasında baya bir uzun süre rüyalarımda o çocuğun farklı versiyonlarını gördüm, dış görünüşünü bilmediğim için her rüyamda farklıydı ama sesi hep aynıydı.

Ve uyandığım zaman gözlerimde yaşlarla uyanırdım çünkü her seferinde onu yeniden kaybediyordum.


Sunday, December 18, 2011

Complete Strangers

Dedim ya tanımadığım bir adamı sevdim, onunla seviştim, ona aşık oldum, ondan ayrıldım ama hala hayatımda.

Bir kadınla buluştum sonra, barda tanışmıştık sadece. Beraber bir şeyler içtik. Sonra bir de bakmışım, tüm hayatımı dökmüşüm önüne. Tüm aşklarımı, yaralarımı...

Sonra bir exchange öğrencisiyle karşılıklı dumanlandık. Oysa ben ingilizce bile konuşamazdım.



Kendime bile tamamen yabancıyım sanırım artık.

Wednesday, December 14, 2011

Moulin Rouge büyüsü

Bu aralar çok dengesiz ve depresif olmam üzerine toparlanmaya karar verdim ve beni toparlayan birkaç filmden biri olan Moulin Rouge'u izledim. Kesinlikle film eleştirisi yazmak gibi bir niyetim yok ama bu filmi her izleyişimde, beni daha da fazla etkilemesine engel olamıyorum.



Filmin ana karakterinin aşk arayışıyla ve aşk saplantısıyla o kadar özdeşleştiriyorum ki kendimi, filmin her anını yaşıyorum resmen. Aptal ümitlerle dolu bir insanım ama iş realiteye gelince odunlaşıyorum hemen o duvarlarımı kaldırıyorum sanki hemen canım yanıcakmış gibi. Ama sanırsam zaten bu da günümüz gençliğin ortak bir sorunu, en azından ben ailemden aşkın yalan olduğunu öğrenerek büyüdüm, aşktan canı yanmış canlı örneklerle dolu büyüdüm nasıl inanırdım ki aşkın güzel birşey olduğuna. Yine de inandım, inanıyorum ama korkuyorum işte.

Sonuç olarak toparlandım sonunda, takıntılı olduğum o adamdan da kurtuldum, bitirdim, hafifledim.


 "The greatest thing you'll ever learn is just to love, and be loved in return."

Tuesday, December 13, 2011

How to be a perfect ex-girlfriend

Oysa adamla yeni ayrılmıştık.

Ertesi gün hemen konuşmaya başlamalar. Dakka bir-gol bir flörtler. Tekrar taa en başa dönmeler.

Anlayamadım neler dönüyor. Anlamak istemiyorum o ayrı.

Sanırım haftaya bi ara onu görmeye gideceğim. Tekrar bir şey yaşanır mı onu bile bilmiyorum.

Bildiğim tek şey, bizden artık sevgili olmaz. Olsa olsa friendswithbenefits, o da belki.


Monday, December 12, 2011

Basitlik, çirkinlik

Sevmek konusunda pek bir bilgim yok, gerçekten ne birine aşık oldum ne de birini sevdim. Takıntı yaptıklarım olmadı değil tabii ki. Peki neden bu kadar sevmek üzerine bir yazı yazma gazındayım ki?

Nedeni çok basit; 3 yıldır takıntılı olduğum inişli çıkışlı bir bağımın olduğu bir insan bana seni seviyorum dedi. Evet sonunda bu lafı duydum ama bu bencil insan arkasında bile duramadı "seni seviyorum"un. Resmen bombanın pimini çekip ellerime bırakıp kaçtı, sanki bununla ne yapabileceğimi biliyormuşum gibi. Eminim ki o eski halim olsaydı bu bombayı hiç düşünmeden kalbimin içine alırdı. 

Bu da yetmezmiş gibi bu insan bütün ilklerimi de çaldı benden. Aşık olmaya en yakınlaştığım insan, bana en çok acı çektiren insan, bakireliğimi alan insan, seni seviyorum lafını ilk duymak istediğim insan. Ama bu kadar basit olmamalıydı bu kadar iğrençleştirmemeliydi benim için bu kadar önemli olan "seni seviyorum"u. 


İstesek te hiçbir zaman beraber olamayacağız ya da onun o kurduğu evlilik hayali de olmayacak yani bu söylediği lafı bu kadar amaçsız kullanamazdı, bu kadar bencil bir insan olmamalıydı bana değer verdiğini söyleyip. 

İşin en kötü kısmı da o aramızdaki bağ; dostluk üzerine kurulu bir takılmaydı. Ve BEN bu kadar basitleştirmesine izin vermişim resmen. Ama napabilirdim ki? Bağımlıydım ona. Sonunda onun etkisi altından kurtulup kendi ayaklarımın üzerinde durup ta artık bu iş böyle olmayacak kusura bakma benim için artık sadece arkadaş olabilirsin dediğimde üzülmeye hakkı yoktu ama o hakkı da BEN vermişim. Üzüldü, sinirlendi ama en azından saygı duymuştu son ana kadar. 

E sonuç olarak ne oldu? Baktı ki artık gerçekten yokum ancak o zaman seni seviyorum dedi. Son çabasıymış gibi, son kozuymuş gibi kullandı bunu. Çok çirkindi, çünkü bakireliğimi işte o zaman kaybetmişim gibi hissettim. Kendimi çok basit hissettim seviliyormuş gibi değil de kullanılmış gibi. Olta atıp beklediği balık kadar değerim varmış gibi.

Gerçekten sevdiğini o anda anlamışsa ve gerçekten içinden söylemişse de, o söylediği lafın arkasında durmalıydı, bu kadar korkak olmamalıydı. Şu anda da hala yüzsüzce hiçbir şey olmamış gibi konuşma çabalarında olmamalıydı.

 Ben değersiz ya da kullanabileceği bir insan olmamalıyım artık  ve bunu da sadece BEN ona gösterebilirim. 

2-3 güne de göstereceğim... Sadece içimdeki öfkeyi kontrol altına almayı bekliyorum...


Al beni vur duvara

Hayatım borunca hirbir şeyi oluruna bırakmadım. Severken kendimi bile öldürebilirim, o derece kaptırıyorum kendimi. E hal böyle olunca da pek sevenim bulunmuyor.

Bir de öfke problemim var ki evlere şenlik. Bu durum sevgilimle ayrılmama, arkadaşlarımla aramın açılmasına, sevdiğim adamın benden uzaklaşmasına, ailemin benden bıkmasına sebep oldu. Daha kimbilir başıma ne dertler açacak.

Tüm bunlara rağmen vazgeçmiyorum ya bu saçma sapan huyumdan.

Aferin bana.

Ballı börek Kadın'ım.

Sunday, December 11, 2011

İkinci İlkler

Bu da ikinci ilkim. Kulvarlar farklı gibi geldi uzun zamanlar. Ayrı iki ben vardım uzun zaman. Kızlardan hoşlanan ben. Erkeklerden hoşlanan ben. İkisinin bir araya gelmesi çok uzun zaman sürdü aslında. Hala da emin değilim bir araya gelebildiler mi diye? Hala sorguluyorum. Yönelimim hangi cinse, tercihim hangi cinse diye.

Kaç yaşındaydım? On yedime yeni girmiştim. Deli zamanlarım. Piç bir sevgilim vardı. İlk "Bad Boy"um. (Bknz. bir kaç dakika önceki yazı.) İşte o piçte kalacaktım gece. Taksim'e gitmiştik her zamanki gibi.

Taksim'in o küçük barları var ya, bir ara sokakta, küçük bir apartman girişi, eski püskü merdivenler, bilmem kaçıncı kat, şanslıysan asansör. İçerisi pek öyle kalabalık değil. Sebebini hatırlamıyorum ama saçma sapan bir sebepten dolayı kavga ediyoruz. Şimdi olsa kalkar eve giderim. Ama o anda tek yaptığım, ondan ve arkadaşlarından uzaklaşmak oluyor. Bara gidip oturuyorum.

Tekila lütfen. Bir tane daha. Bir tane daha. Gözyaşları. Zaten iyiydi kafam, daha da iyi oldu. 3 kız geldi. 2 exchange, 1 Türk. Bara yaklaştılar. Tekila! Ağladığımı gördüler, bir tane de bana aldılar. Umrumda değildi. Bedava içki. 1... 2... 3... Tuz... Shot! Limon!

Onların da kafası iyiydi sanırım. Dans etmek istiyorlar, beni de sürüklüyorlar. Sevgilimi görüyorum dans ederken, pis pis sırıtıyor. Sinirleniyorum, kızlardan birine sarılarak dans etmeye başlıyorum. İlk hareket kimden geldi bilmiyorum ama ilk öpücük. Sonra biraz daha öpücük. Yumuşak öpücükler, aynı zamanda da ateşli?

Burası da bulanık gibi, barı terkediyoruz. Sevgilim arkamızdan gelmek istiyor. Koşuyoruz, kalabalığın içinde kaybolmuşuz. Diğer kızlar içeride kalmışlar. Tam anlamıyorum ne demek istiyor kız. O götürüyor ben gidiyorum.

Klasik bir öğrenci evi. Bira? Ona da olur diyorum. Konuşmak ister misin diyor? Bu sefer ben öpüyorum. Ama sonrasında ne yapacağımı bilmiyorum. O alıyor kontrolü eline, yavaş yavaş kıyafetlerimi çıkarıyor. Aralar bulanık, kıyafetlerin hepsi çıkamadan sonlandı zaten diye hatırlıyorum. Midem tepki vermişti çünkü.

Nadir uzun saçlı olduğum dönemlerden biriydi. Uzun dediysem, omuz hizasında. Saçımı tutuyor ben kusarken. Duş almama yardım ediyor, arada ufak öpücüklerle beni şaşırtıyor ama devamı yok. Zaten algılayamıyorum hiç bir şeyi. Ama ağlıyorum nedense sürekli. Öylecene uyumuşuz. Ben onun kucağında.

Sabah. Baş ağrısı. Ne oldu? Dershane. Saat? Gitmem lazım. Bu kız kim? Düşün.

Şansa, piç ile aynı okuldalarmış. Exchange'miş. 2 ay sonra dönüyormuş. Nokta yerine sorry, kullanıyorum resmen. Takma kafana diyor.

Bir daha Türkiye'ye gelince haber verecekmiş öyle dedi ben kaçarken, ki geldi ve haber de verdi. Türkiye'ye bir daha geldiğinde hayatımda başka bir kız vardı. İlk kız sevgilim. Uzun zamandan beri aşık olduğum ilk insan. Ve yine iğrenç bir ilişki. 

Türkiye'ye geldi geçen yaz. Sevgilimi aldatmama sebep oldu, sonra da ayrılmama. 

Barda tanıştığım ancak 2 kez görüştüğüm bir insanın hayatımda bu kadar etki yaratması inanılmaz değil mi? 

Sonuç olarak: Heteroseksüel hiç olamamışım. Lezbiyen de değilim. Biseksüel olmam lazım tanımlamaya göre. Ama panseksüel demek daha doğru olur gibi geliyor. Küçük nüansları sevmek lazım.

Benden bu kadar, söze Blue ve Black'de.

İlk Korku

Koskoca 3 kadınız burada, varsa yoksa anlattığımız her şey dönüp dolaşıp aşk hayatımız.

1 sene önce söylenseydi, en büyük derdin aşk hayatın olacak diye gülüp geçerdim, 5 sene önce söyleselerdi inanırdım. Şimdi baktığımda, evet doğrudur. En büyük problemim aşk hayatım. Gelecekte de böyle olacak.

Bugün 5 sene öncesini anlatmak istedim. Benim ilklerimi.

Kabul ediyorum sorunlu bir kişiyim. Daha doğrusu sorunlu bir kişiliğe sahibim. Şu sıralar kafamdaki soru, hep mi böyleydim? Yoksa beni ne ben yaptı?

Dönüp dolaşıp aynı zaman dilimine bakmam gerekti. Bakmaktan en korktuğum zaman dilimlerinden bir tanesi. Çözülmemiş, anlatılmamış sorunlarla dolu bir dönem. Orada yaşanan her olayı alıp sandığa koydum. Hatta öyle ki, bazılarını ben bile hatırlayamıyorum gerçekten hatırlamak için çabalamadığım sürece. Gerçi etkilerini hala sürdürüyorum orası ayrı konu.

Nereden başlayabilirim, anlatamadığım, anlatmayı bilmediğim bir olayı/kişiyi anlatmaya?

İlk sevgilim. İlk her şeyim. Küçücük çocuğum daha. Genç kız olmak istemeyen büyük kadın gibi davranan küçücük bir çocuk. Sana ilk ilgi gösterene koşa koşa git. Çünkü daha farkında değildim kendi değerimin. Ben kendimi ne kadar değersiz görüyorsam, o da o kadar değer kazanıyordu gözümde.

Normalde, acı çekerek biterdi bu ilişki. Arkadaşlarıma ağlardım sızlardım, ama biterdi. İlk ilişki sonuçta. Benimki, pek normal olmadı. Bitmesi gereken sırada, zorladım. 16 yaşındaydım. O 19. Ben lisedeyim o üniversitede. Benim için yetişkin demekti O.

İyi bir insan değildi. Hala da değil. İyi bir insan olsaydı gitmeme izin verirdi. Vermedi.

Bir genç kızdım ama içgüdülerim bir kadına aitti. Gitmeme izin vermeyeceğini biliyorum. O zamanlar bilmiyordum. Gitmesi en büyük kabusumdu. Ona sunabileceğim tek şeyi sundum. Sahip olduğumun farkına varmadığım pembe panjurlu ev hayalimi verdim ona.

17 yaşında doğum günü hediyem olarak, bekaretimi aldı. Ben istemeden. Ben sarhoşken. Ne olduğunun tam olarak farkında değilken. Ben istedim mi hala bilmiyorum. İçimi rahatlatmak için, evet istedim diye düşünüyorum. Diğer türlü olayın adının başka bir şey olacağı gibi bir gerçek var ortada.

O gece sadece bekaretimi kaybetmedim. O zaman farkına varamamıştım daha ama, o gece masumiyetimi kaybettim aslında. Ertesi gün gittim saçlarımı kısacık kestirdim. Ruhsal olarak bir şeyleri kaybetmiştim, fiziksel olarak göstermem gerekiyordu.

O geceden sonrası klasik bir dibe vuruş hikayesi. O zaten çukurun dibindeydi. Gittikçe ben de oraya düştüm.   Düzlüğe ulaşmak için bana ihtiyacı yoktu. Tutunulacak simidi ben değildim. Sadece bencildi. Tek başına o çukurda olmak istemiyordu.

Küçük bir yaşta görmemem gereken şeyleri yaşadım sonuçta. Şimdi düşünüyorumda, asıl soru nasıl kurtulduğum. Bilmiyorum. Hiçbir zaman tam dibe vurmadım ama sonuçta. Hep biraz kendimi koruyabildim bir şekilde. Mesela, hiç bir zaman onun gibi bağımlı olmadım onun bütün çabalarına karşı. Bir yerlerde bir şeylerin yanlış olduğunu biliyordum. Ama O ilkti. Bırakamadım.

Ve sonra 18 yaşım. Hiç bir şey değişmedi. Gittikçe onunla savaşmak daha zor oluyordu sadece. Bırakmak üzereydim kendimi. Ve o beni terketti. Sıkılmıştı artık.

Sanırım her şeyden sonra, rahatlamam gerekirken, yıkıldım.

Ama masal bu ya, çevremde masalsı bir çift doğmuştu. Sanırım o zaman dayanamadım işte. Parça parça anlatmaya başladım o zaman. Anlatmaya cesaret edemediğim yerleri yalanlarla süsledim ama anlatmaya başladım.

19'umda düze çıktım.

Normalde, kötü ilişkiler bize ders olurlar kişiliğimizi değiştirmezler. Ben çok küçük, çok masumdum sanırım. Ona ilklerimin hepsini verdim. O da bana bugünkü kişiliğimi verdi. Adil mi?

Aradan geçen yıllar sonunda farkına vardığım bir şey, başıma daha kötü ne gelebilir diye sorduğumda, cevap listesinin oldukça kısa olması. Bu da iyi bir şey değil mi?

Peki, ben neden korkuyorum hala?

Sevda dediğin ufak bir kaza

-Bir daha asla aşık olamayacağım.


Ne de büyük bir yalandı. Aradan pek de bir zaman geçmemişti ki kendini yepyeni bir aşkın içinde buldu. Hiç tanımadığı bir şehre, tanımadığı insanların evine, tanımadığı bir adamın yanına, onla sevmeye gidecekti.


-Hayır, bu ben değilim!


Ne yazık ki seviyordu. O bilinmeyen adama kör kütük tutulmuştu. Sonunda tecavüze uğrayabilir ya da öldürülebilirdi. Ama gitmek istiyordu. Vücudunun her bir noktası gitmesi için yalvarıyordu.


-Kimseye söyleyemem.


Arkadaşları öğrenseler, gitmesine engel olabilirlerdi. Söyleyemezdi. Bir haftasonu sessiz sedasız kaçıp gitmeliydi bu şehirden.


-Ya başıma bir şey gelirse?


Ona güveniyordu. Geçirecekleri güzel zamanlara, kurdukları hayallere, tadına bakmadığı dudaklara, sarıp sarmalayacak ellere, güveniyordu.


-Beni sevmeyecek.


Kendisi hakkında hep kötü şeyler anlatmıştı. Neden hala kendisiyle görüşmek istediğine bile anlam veremiyordu. Çirkindi, öfkeliydi, yaralıydı...


-Gidiyorum.


Sadece bir kaç kişiye söyleyip, gitti. Bir gece vakti. Heyecandan eli kolu titrerken. Çirkinliğinden utanarak. Giydiklerinden, saçından, yüzünden, ellerinden utanarak, gitti.


-Aşık oldum.


İşte her şey bu kadardı. Tek bir bakış. Tek bir öpüş. Sıcacık, güçlü kollar. Aşık olmuştu ona, hem de ilk gördüğü anda.


-Şimdi ne yapacağım?


Nasıl flört edilir bile bilmezken gecenin köründe bir adamın koynunda ne yapacaktı ya. Seviştiler, susamışçasına. O kadar.


-Nasıl ayrılırım?


Beraber geçirdikleri 2 gece, 2 gün. Çabuk bitmişti. Ne yapacaklarını şaşırmışlar ve gidemiyorlardı. Bindi otobüse gitti, arkasında onu bırakarak. Canı nasıl da yanıyordu...


-Ya şimdi?


İşte bir tür ilişkileri var artık. Birbirlerinin sesini duymadan yapamadıkları, bol şiirli, bol kavgalı ve eski sevgililerin gölgesiyle kararmış, garipçe bir ilişki.


-Seviyoruz.


Yılların ardından tek önemli şeyin bu olduğunu sonunda anlamıştı ya. Yetiyordu işte.


-Seviyorum....


Friday, December 9, 2011

Değişim

Zamanı gelmişti artık itiraf etmeliydi.. Peki kime? Kendisine.. Mutlu değildi bunu biliyordu zaten ama itiraf etmesi gereken şey; mutsuzluğunun nedeninin kendisinin değişmiş olmasıydı.

Eskiden değişim hep yenilik ve macera anlamına gelirken artık belirsizlik ve güvensizlik anlamına geliyordu. Çok mu tökezlemişti ki hayatında, şu anda bu kadar korkaktı? Belki de artık sadece büyümüştü..

Son zamanlarda kurtuluşunu hep başka bedenlerle geçirilen anlarda aramıştı. Kesinlikle işe yarıyordu ama sadece bir kaçıştı kurtuluş değildi. Neden hep başkasını arıyordu ki çözümü ondaymış gibi? Daha Başkası'na hazır bile değildi ki nereye arıyordu O'nu.

Küçüklüğünden beri hep hayal gücüne sığınırdı ama artık onu bile yapmıyordu. Umut denilen bir kavramı vardı, şimdi neredeydi acaba? Bu hale nasıl gelmişti?

Hayatında herşeyi alıp götürmeye çalışmıştı sanki hayat aldıklarıyla tartılıyormuş gibi. Belki de aldıkları değiştirmişti onu, bıraksa rahatlayıp mutlu olabilirdi büyük ihtimalle.

Tek bir kelime için bile bir sürü anlamı ve hayali olan biriyken şu anda tek renkten, tek nesneden oluşuyor olması gerçekten içler acısıydı. Yapabildiği en etkili şey kendini beklemeye almaktı belki bir gelişme olurdu ve tekrar hayata dönebilirdi.

Bekliyordu..






Tuesday, November 22, 2011

Küçük kan lekeleri

Masanın örtüsüne takıldı elim. Önce kadehin ağır çekim devrilişini izledim. Şarabımdan kalan son damlalar küçük kan damlaları gibi izler bıraktı örtüde. Saniyenin ,ama o hiç bitmeyen saniyelerden, milyonda birinde kırgınlıklarım, kızgınlıklarım, bu hayatta tekrar ve tekrar tükenişlerim geldi gözümün önüne.

Meğer hiç olmaması gereken kadar sevmişim.

Meğer susacakken konuşmuş, anlatacakken susmuşum.

Meğer ben seni, yani beni, hiç affetmemişim.

Kadehi kaldırdım ve biraz daha şarap doldurdum. Dudaklarımın yavaş yavaş morardığını farkedebiliyorum. Sigara pakedim de bitmek üzere. Ölmeyi tercih etmeme ise sadece birkaç yudum kaldı. Bir sigara yakıyorum ve üflüyorum dumanını göğe ama o duman dönüp dolaşıp gözüme giriyor. Uzun zamandır ağlamadığım kadar içten ağlıyorum. Kisme görmeden, kimse duymadan.

Bu sefer bilerek ve isteyerek dağıtıyorum masayı. Tüm bardaklar kırılana, tüm şarap dökülene kadar. O ilk dökülen bir kaç damla mutlaka silinmeli. Hayır, ben içimin kanadığını kabul etmiyorum.

HAYIR!

İyiyim, iyi olmalıyım, unutmalıyım...

Oracığa sızıveriyorum. Bacağımı cam kırıkları kesiyor, mühüm değil. Dur şuradaki şişeye de bir uzanayım. Gözlerim kapanıyor.


Uyuyorum.


Unutuyorum.

1.. 2.. Sakin ol.. 3..

Hiç sinirden eliniz ayağınız titredi mi daha önce? Saçma sapan bir sebepten dolayı yerinizde duramayıp, içinizdeki o küçük canavarları dışarı salma isteği duydunuz mu? Eliniz titrerken sigarayı yakmaya çalışmak, sanki o sakinleştirecekmiş gibi. Bir yandan 1 den 10'a kadar saymak, sanki derin nefes almak yatıştıracakmış gibi. Huysuz bacak sendromum temiz enerji kaynağı olarak kullanılabilecek hale gelmişken ben bu yazıyı yazıyorum işte, rahatlayabilmek için. Sonuçta kelimeler her zaman kolay geliyor sinir, öfke, nefret vücudumu ele geçirmişken.

Neye sinirlendim? Kendime. Zaten en büyük nefretimiz en sonunda kendimize olmaz mı? Kimi kendimizden daha çok önemseriz ki sonuçta o kadar sinirlenecek kadar?

Öfkemle başa çıkmayı öğrendim hadi. Ama sorumluluklarımın altında ezilmemeyi öğrenemedim. Okul başlı başına bir kabus. Kulüp etkinlikleri fazladan bir kabus daha. Arkadaşlarımın sorumlulukları bambaşka bir kabus.

Hadi okulu salladım diyelim, zaten 4 senedir tam olarak yaptığım bu. Üniversiteyi bitireyim ve kurtulayım. 8-5 çalışmak istiyorum. Akşam olsun ve işim bitsin. İspanya'daki işsizlik ile ilgili analiz yapmak istemiyorum. Kulüp, hadi hobi diyelim. Ama insanlarla uğraşmak, organizasyon yapmak. Tek başına kocaman bir ekiplik işi halletmeye çabalamak, sadece çırpınmak oluyor boğulmamak için. Gittiği yere kadar. Sevgili sorunlu arkadaşlarım ise bambaşka bir sorun. Nereye baksam ayrı bir dert. Kim kime yardım etsin? Ben mi onlara, onlar mı bana?

En son ne zaman yatağa yattığımda hemen uykuya dalabildiğimi hatırlamıyorum. Ona mail attım mı? Ondan cevap geldi mi? Bak şu iş yine yarına kaldı. Telefona hatırlatma kurayım bari. Arrgh deadline. Acaba yeni mail geldi mi? Şu ödevi nasıl yapmam lazımdı? Ne zaman yapabilirim? Yarın akşam olmaz, toplantı var. Öğle yemeği? Olmaz, görüşmem var. Bak, onu aramam lazımdı, geçen gün telefonda sesi çok kötü geliyordu. Haftasonu buluşsak. Olmaz sınav var. Sınavdan sonra? Olmaz iş var. Bari telefonda konuşayım. Tüh, göstermelik ilgileniyormuşum gibi oldum. O salak. O aptal. Onunki de dert mi ya? Offf O'nun durumu ne olacak? Acaba ne yapabiliriz. Lanet olsun annemle babam beni öldürecekler. Pardon, annem 2 haftadır dünyada yokmuşum gibi davranmakta ısrarcı. Babamla konuşayım bari. Kızım, okul nasıl? Kızım, kredi kartın ne halde? Kızım, çok dışarı çıkıyorsun. Baba çok yorgunum. Yetişkin ol kızım.

Biraz daha devam edelim hadi. O facebook'tan mesaj atmış görüşmek istiyormuş. Yani yatmak istiyormuş. Geç. Yatsam mı acaba? Kafam dağılır belki. Ama ya sonra gariplik olursa? Eski kız arkadaşım, yeni erkek arkadaşının doğum gününe davet etmiş beni. O yine özür dilemiş, beni orospu yerine koyduğu için, kirli hissettirdiği için. Hangisi gerçek acaba? Mükemmel sevgili rolündeki O mu, yoksa piç sadist O mu?

Evet, dünyadaki en sorunlu insan değilim. Dünyadaki en zorda insanda değilim. Ama sorumluluklarının ve yüklerinin altında ezilen insanlardan biriyim.

Yazıyı yazarken öfkem geçti, bacağım yorgunluktan duruldu. Sigaram söndü. Ama ben ruhen çöktüm. Yatağa gitmekten korkuyorum yine. Işığı kapatınca yatağın altındaki insan suretine bürünmüş canavarlarla tek tek karşılaşmak istemiyorum.

Yoruldum. Yorgunum. Pes etmek istiyorum. Huzursuzum.

Sakin ol, kaplan. Makyajını koy suratına ve gülümse. İnandırıcı ol. İnsanlar inanmak istiyorlar zaten iyi olduğuna.

Friday, November 18, 2011

Kaçamak

Bazen çok anlık yaşarsın ve sonrasında unutursun, küçük detayları ya da neden o anları yaşadığını. İşte şu anda ben de bu anlardan bahsetmek istiyorum ne kadar sallamasam da, aslında zaman içinde küçük ama derin anların son zamanlarda inkar edilemez etkileri oldu üstümde.

Çoğunlukla sonuçlarına daha sonraki daha akıllı "ben"in katlanmasına razı oluyorum. Ancak o akıllı "ben"in tepkileri de o anlar kadar derin olabiliyor. Ve ister istemez kendi kendime kızmaya başlıyorum. Neden o anlar bu kadar çelişkiye sebep olabilecek kadar değerli ki? Neden tekrarlanmasına izin veriyorum ki?

İşte burda aslında kendim olmaktan yorulduğum sonucuna varıyorum. O anların aslında sadece ya tutarsa diye yaşadığım küçük kaçamaklar olduğunu anlıyorum ve tutmayınca hayal kırıklığı yaşayıp yine güvenli olan kendi kişiliğime bürünüyorum.

Aslında bu konuda tek başıma değilim, farkındayım ki insanlar da hayatlarını hep o ümitle hep o anlarla yaşıyorlar ama bunların hiç birinin etkisini anlayamıyorlar. Ben ki bu yazıyı yazacak kadar takmışım anlarıma, hayatıma bir süre daha bu anların yönetmesine izin vererek devam edeceğim.

Thursday, November 17, 2011

Sebep

Mutsuz olduğum her an daha da çok yazı yazabilir hale geliyorum. Yaralamak ve yaralanmak pahasına. Ölmek, belki de öldürmek için.

Mutsuz doğanlardanım ben. Hüzün, siyah ya da sonbaharın en son düşen yaprağı... Ağlamak, çok ağlamak, ağlayarak uyuyakalmak. Başka türlüsünü hiç öğrenemedim, öğrenmek istememiş de olabilirim.

Ama hep yazdım. Düz yazı, deneme, şiir hatta öykü bile. Denedim hep duygularımı anlatacak, beni bu cendereden çıkaracak yolu bulmayı.

Şimdi yine başa döndüm, yine yazmaya çalışıyorum. Hayatımı bu kendimi soktuğum bok çukurundan çıkarmaya, içimde seneler önce yazarken ölmüş kısmı canlandırmaya...

İşte bu kadar benim yazma sebebim: Bir şişe şarap, sayısız sigara, biraz müzik ve fikir bir dosttan çıkan.

...

Yeni bir blog açıyoruz, her şey yeni olsun istiyoruz. Yeni nick, yeni banner, yeni mail, yeni renkler. Yine de tanışıklık arıyorsun biraz. Özellikle eski okuyucuları.

Belki de blogların en güzel zamanında yazmaya başlamıştım ben, kitaplar daha çıkmamıştı ortaya. Ama hatam kimliğimi gizlememekti. Mahalle baskısı kaçınılmazdı dolayısıyla.

Öte yandan yazmam lazımdı. Güzel yazdığımdan değil. Anlatacak çok şeylerim olduğunu da iddia etmiyorum. Hayatımdan roman olur mu onu da bilmiyorum. Ama yazmam lazımdı. Olay içimi dökmek tamamen, rahatça, çevremdekilere zarar vermeden.

Bir şişe şarap sonrası gelen bir gazla açtık bu blog'u. Red&Blue&Black. Hepimizin ayrı ayrı dertleri var. Ayrı ayrı da yazma sebeplerimiz. Benimkini anlattım. Onlarınkini onlara bırakıyorum.

Bu da işte, en basit giriş yazısı.