The Quills

 

The Quills

 
                                 Black Quill                                         Blue Quill                                            Red Quill
                                 Black Quill                       Blue Quill                       Red Quill

Tuesday, November 22, 2011

Küçük kan lekeleri

Masanın örtüsüne takıldı elim. Önce kadehin ağır çekim devrilişini izledim. Şarabımdan kalan son damlalar küçük kan damlaları gibi izler bıraktı örtüde. Saniyenin ,ama o hiç bitmeyen saniyelerden, milyonda birinde kırgınlıklarım, kızgınlıklarım, bu hayatta tekrar ve tekrar tükenişlerim geldi gözümün önüne.

Meğer hiç olmaması gereken kadar sevmişim.

Meğer susacakken konuşmuş, anlatacakken susmuşum.

Meğer ben seni, yani beni, hiç affetmemişim.

Kadehi kaldırdım ve biraz daha şarap doldurdum. Dudaklarımın yavaş yavaş morardığını farkedebiliyorum. Sigara pakedim de bitmek üzere. Ölmeyi tercih etmeme ise sadece birkaç yudum kaldı. Bir sigara yakıyorum ve üflüyorum dumanını göğe ama o duman dönüp dolaşıp gözüme giriyor. Uzun zamandır ağlamadığım kadar içten ağlıyorum. Kisme görmeden, kimse duymadan.

Bu sefer bilerek ve isteyerek dağıtıyorum masayı. Tüm bardaklar kırılana, tüm şarap dökülene kadar. O ilk dökülen bir kaç damla mutlaka silinmeli. Hayır, ben içimin kanadığını kabul etmiyorum.

HAYIR!

İyiyim, iyi olmalıyım, unutmalıyım...

Oracığa sızıveriyorum. Bacağımı cam kırıkları kesiyor, mühüm değil. Dur şuradaki şişeye de bir uzanayım. Gözlerim kapanıyor.


Uyuyorum.


Unutuyorum.

1.. 2.. Sakin ol.. 3..

Hiç sinirden eliniz ayağınız titredi mi daha önce? Saçma sapan bir sebepten dolayı yerinizde duramayıp, içinizdeki o küçük canavarları dışarı salma isteği duydunuz mu? Eliniz titrerken sigarayı yakmaya çalışmak, sanki o sakinleştirecekmiş gibi. Bir yandan 1 den 10'a kadar saymak, sanki derin nefes almak yatıştıracakmış gibi. Huysuz bacak sendromum temiz enerji kaynağı olarak kullanılabilecek hale gelmişken ben bu yazıyı yazıyorum işte, rahatlayabilmek için. Sonuçta kelimeler her zaman kolay geliyor sinir, öfke, nefret vücudumu ele geçirmişken.

Neye sinirlendim? Kendime. Zaten en büyük nefretimiz en sonunda kendimize olmaz mı? Kimi kendimizden daha çok önemseriz ki sonuçta o kadar sinirlenecek kadar?

Öfkemle başa çıkmayı öğrendim hadi. Ama sorumluluklarımın altında ezilmemeyi öğrenemedim. Okul başlı başına bir kabus. Kulüp etkinlikleri fazladan bir kabus daha. Arkadaşlarımın sorumlulukları bambaşka bir kabus.

Hadi okulu salladım diyelim, zaten 4 senedir tam olarak yaptığım bu. Üniversiteyi bitireyim ve kurtulayım. 8-5 çalışmak istiyorum. Akşam olsun ve işim bitsin. İspanya'daki işsizlik ile ilgili analiz yapmak istemiyorum. Kulüp, hadi hobi diyelim. Ama insanlarla uğraşmak, organizasyon yapmak. Tek başına kocaman bir ekiplik işi halletmeye çabalamak, sadece çırpınmak oluyor boğulmamak için. Gittiği yere kadar. Sevgili sorunlu arkadaşlarım ise bambaşka bir sorun. Nereye baksam ayrı bir dert. Kim kime yardım etsin? Ben mi onlara, onlar mı bana?

En son ne zaman yatağa yattığımda hemen uykuya dalabildiğimi hatırlamıyorum. Ona mail attım mı? Ondan cevap geldi mi? Bak şu iş yine yarına kaldı. Telefona hatırlatma kurayım bari. Arrgh deadline. Acaba yeni mail geldi mi? Şu ödevi nasıl yapmam lazımdı? Ne zaman yapabilirim? Yarın akşam olmaz, toplantı var. Öğle yemeği? Olmaz, görüşmem var. Bak, onu aramam lazımdı, geçen gün telefonda sesi çok kötü geliyordu. Haftasonu buluşsak. Olmaz sınav var. Sınavdan sonra? Olmaz iş var. Bari telefonda konuşayım. Tüh, göstermelik ilgileniyormuşum gibi oldum. O salak. O aptal. Onunki de dert mi ya? Offf O'nun durumu ne olacak? Acaba ne yapabiliriz. Lanet olsun annemle babam beni öldürecekler. Pardon, annem 2 haftadır dünyada yokmuşum gibi davranmakta ısrarcı. Babamla konuşayım bari. Kızım, okul nasıl? Kızım, kredi kartın ne halde? Kızım, çok dışarı çıkıyorsun. Baba çok yorgunum. Yetişkin ol kızım.

Biraz daha devam edelim hadi. O facebook'tan mesaj atmış görüşmek istiyormuş. Yani yatmak istiyormuş. Geç. Yatsam mı acaba? Kafam dağılır belki. Ama ya sonra gariplik olursa? Eski kız arkadaşım, yeni erkek arkadaşının doğum gününe davet etmiş beni. O yine özür dilemiş, beni orospu yerine koyduğu için, kirli hissettirdiği için. Hangisi gerçek acaba? Mükemmel sevgili rolündeki O mu, yoksa piç sadist O mu?

Evet, dünyadaki en sorunlu insan değilim. Dünyadaki en zorda insanda değilim. Ama sorumluluklarının ve yüklerinin altında ezilen insanlardan biriyim.

Yazıyı yazarken öfkem geçti, bacağım yorgunluktan duruldu. Sigaram söndü. Ama ben ruhen çöktüm. Yatağa gitmekten korkuyorum yine. Işığı kapatınca yatağın altındaki insan suretine bürünmüş canavarlarla tek tek karşılaşmak istemiyorum.

Yoruldum. Yorgunum. Pes etmek istiyorum. Huzursuzum.

Sakin ol, kaplan. Makyajını koy suratına ve gülümse. İnandırıcı ol. İnsanlar inanmak istiyorlar zaten iyi olduğuna.

Friday, November 18, 2011

Kaçamak

Bazen çok anlık yaşarsın ve sonrasında unutursun, küçük detayları ya da neden o anları yaşadığını. İşte şu anda ben de bu anlardan bahsetmek istiyorum ne kadar sallamasam da, aslında zaman içinde küçük ama derin anların son zamanlarda inkar edilemez etkileri oldu üstümde.

Çoğunlukla sonuçlarına daha sonraki daha akıllı "ben"in katlanmasına razı oluyorum. Ancak o akıllı "ben"in tepkileri de o anlar kadar derin olabiliyor. Ve ister istemez kendi kendime kızmaya başlıyorum. Neden o anlar bu kadar çelişkiye sebep olabilecek kadar değerli ki? Neden tekrarlanmasına izin veriyorum ki?

İşte burda aslında kendim olmaktan yorulduğum sonucuna varıyorum. O anların aslında sadece ya tutarsa diye yaşadığım küçük kaçamaklar olduğunu anlıyorum ve tutmayınca hayal kırıklığı yaşayıp yine güvenli olan kendi kişiliğime bürünüyorum.

Aslında bu konuda tek başıma değilim, farkındayım ki insanlar da hayatlarını hep o ümitle hep o anlarla yaşıyorlar ama bunların hiç birinin etkisini anlayamıyorlar. Ben ki bu yazıyı yazacak kadar takmışım anlarıma, hayatıma bir süre daha bu anların yönetmesine izin vererek devam edeceğim.

Thursday, November 17, 2011

Sebep

Mutsuz olduğum her an daha da çok yazı yazabilir hale geliyorum. Yaralamak ve yaralanmak pahasına. Ölmek, belki de öldürmek için.

Mutsuz doğanlardanım ben. Hüzün, siyah ya da sonbaharın en son düşen yaprağı... Ağlamak, çok ağlamak, ağlayarak uyuyakalmak. Başka türlüsünü hiç öğrenemedim, öğrenmek istememiş de olabilirim.

Ama hep yazdım. Düz yazı, deneme, şiir hatta öykü bile. Denedim hep duygularımı anlatacak, beni bu cendereden çıkaracak yolu bulmayı.

Şimdi yine başa döndüm, yine yazmaya çalışıyorum. Hayatımı bu kendimi soktuğum bok çukurundan çıkarmaya, içimde seneler önce yazarken ölmüş kısmı canlandırmaya...

İşte bu kadar benim yazma sebebim: Bir şişe şarap, sayısız sigara, biraz müzik ve fikir bir dosttan çıkan.

...

Yeni bir blog açıyoruz, her şey yeni olsun istiyoruz. Yeni nick, yeni banner, yeni mail, yeni renkler. Yine de tanışıklık arıyorsun biraz. Özellikle eski okuyucuları.

Belki de blogların en güzel zamanında yazmaya başlamıştım ben, kitaplar daha çıkmamıştı ortaya. Ama hatam kimliğimi gizlememekti. Mahalle baskısı kaçınılmazdı dolayısıyla.

Öte yandan yazmam lazımdı. Güzel yazdığımdan değil. Anlatacak çok şeylerim olduğunu da iddia etmiyorum. Hayatımdan roman olur mu onu da bilmiyorum. Ama yazmam lazımdı. Olay içimi dökmek tamamen, rahatça, çevremdekilere zarar vermeden.

Bir şişe şarap sonrası gelen bir gazla açtık bu blog'u. Red&Blue&Black. Hepimizin ayrı ayrı dertleri var. Ayrı ayrı da yazma sebeplerimiz. Benimkini anlattım. Onlarınkini onlara bırakıyorum.

Bu da işte, en basit giriş yazısı.